3 Nisan 2013 Çarşamba

48 Saatte Lizbon-Sevilla


Portekiz’de katıldığım projenin bugüne kadar en güzel zamanları, Lizbon’daki ikinci hafta sonunda geçirdim. Oda arkadaşımla birlikte kiraladığımız arabayla İspnaya’nın Sevilla şehrine gezmeye gittik.
Cuma günü projedeki programı bitirdikten sonra bir yerlere gitmek için planlama yaptık. En yakın yer ise İspanya’nın Sevilla kentiydi.

Cumartesi günü öğleden sonra Lizbon Havaalanı’na araba kiralamak için gittik. Zamanımız olmadığı için ilk sıradaki araba kiralama servisinden arabamızı kiraladık. Araba kiralamak için bir ehliyet, kredi kartı ve pasaport gerekiyor. Ekstradan navigasyon cihazı ve full kasko almak için de ücret ödemeniz isteniyor. Navigasyon cihazını kesinlikle tavsiye ediyorum. Gittiğiniz kentte, en azından şehir merkezinde kaybolmanızı önlüyor. Ancak yine de navigasyona güvenmemenizi ve bir harita almanızı tavsiye ediyorum. Nedenini yazının ilerleyen bölümlerinde anlatacağım.

Havalanından kiraladığımız arabayla Lizbon’dan Sevilla’ya olan yolculuğumuz başlıyor. Navigasyon cihazının yardımıyla Lizbon’dan çıkıyoruz. Lizbon tek şeritli ve karışık yollarıyla gerçekten zor trafiği olan bir şehir. Sanfrancisco’daki kırmızı köprüyü inşa edenlerin Lizbon için de tasarladıkları 25 Nisan Köprüsünden geçerek Lizbon’dan çıkıyoruz.
Otobandan ilerleyerek bir benzin istasyonunda durduk ve bir harita satın aldık. Çünkü navigasyon cihazının bizi yönlendirdiği yerlere güvenmemeye başlamıştık. Daha sonra tabelaları takip ederek hem harita hem de navigasyon cihazını kullanmaya başladık.

Lizbon’dan sonra ilk olarak Setubal’a doğru sürmeye başladık. Otobandan giderek Setubal’a hiç uğramandan Evora’ya doğru giderken etrafı da fotoğrafladık. Biz akşam saatlerinde yollara düştüğümüz için etrafının nasıl göründüğünü ancak belli bir saate kadar görebildik. Portekiz’in görebildiğimiz kadarıyla yeşil bir coğrafyası var. Bizim ülkemize özellikle ege kıyılarındaki bitki örtüsü aynı şekliyle bizi burada da karşıladı. Uçsuz bucaksız tarlalar, küçük öbekler halinde ormanlık alanlar, çiftlikler hemen gözümüze çarpan detaylardı.

Portekiz’de otoyollar bizim duble yollarımız şeklinde uzanıp gidiyor. Bu konuda kendi ülkemizin yollarını daha çok beğendiğimizi söylemeliyiz. Yalnız Portekizlilerin bizden yol konusunda üstün oldukları bir konusu ise yol tabelaları. Yol tabelaları neredeyse sürücülerle konuşuyor. Her yerde yol tabelaları size gideceğiniz yeri göstermek için oldukça kolaylık sağlıyor. Özellikle döner kavşaklarıyla sağlanan trafik akışı gerçekten güzel ve kolay bir sürüş sağlıyor.

Yolculuğumuz sırasında fark ettiğimiz bir başka teknik konu ise navigasyon cihazının bizi sürekli otobanda, yani paralı yolda, tutma ısrarıydı. Cihaza bir adres girdiğimizde bize otobana doğru yönlendirmesi üzerine Evora yakınlarında otobandan çıkarak alternetif yolları denemeye karar veriyoruz. Zira Lizbon’dan Evora’ya kadar otobanlarda verdiğimiz para 13 €’yu bulunca otobandan çıkarak alternatif yollara geçiyoruz.

Evora’ya biz hava karardıktan sonra vardığımız için burada bulunan Kemik Kilisesi’ni görmeden geçiyoruz. Eğer siz bu yolculuğu yapmayı düşünürseniz, zamanınızı mutlaka bu Kiliseyi görmeye ayırmalısınız. İnsan kemiklerinden yapılmış Kilise, görenleri ürpertiyormuş.

 Evora’yı pas geçerek yolumuza gece karanlığında devam ediyoruz. Bu sefer haritadan bir sonraki şehrin ismine bakarak yolumuzu tabelaları takip ederek çiziyoruz.

Portekiz’de alternatif yolları kullandığımız zaman şunu fark ettik ki benzin istasyonları oldukça seyrek. Aslında otobanla karşılaştırdığımızda otobanda yakıt, yemek hatta otel olarak kullanılan benzin istasyonları daha çok. Ancak iş alternatif yollara gelince bu biraz sıkıntılı. O yüzden biz yakıt depomuzu dolu tutmaya çalıştık. Zira zaman zaman 100 km boyunca hiç benzin istasyonuna rastlamadığımız oldu. Benzin istasyonları ise bizdekinden biraz farklı çalışıyor. Benzini arabaya kendiniz koyuyorsunuz. Sonra içeri gidip kaçıncı pompa olduğunu söylüyorsunuz ve ödemeyi yapıyorsunuz. Portekiz’de benzin (Biz 95 oktan kullanıyorduk) 1.60 € olduğu için 30 €’ya deponuzun yarısını doldurabiliyorsunuz. Bu rakam İspanya’da 1.40 €, böyle olunca dönüşte depomuzu bir kez de İspanya’da doldurduk.

Portekiz yollarında arabamızı Beja’ya doğru alternatif yoldan sürüyoruz. Yollar çok ıssız geliyor bize. Neredeyse bizden başka araba yok gibidiydi. Yol kenarında bulunan bir çok irili ufaklı köyün içinden geçtikten sonra Beja’ya varıyoruz. Köylerden geçerken köyde bulunan trafik ışıkları dikkatimizi çekiyor.

Beja öğrendiğimize göre Balıkesir kadar bir kent. Ancak itiraf etmeliyim ki biz içinden geçerken birkaç insandan fazlasını göremedik. Saat 21 sularında geçtiğimiz Beja, hayalet bir kent gibiydi. Bu anlamda “Balıkesir’de hayat 10’da bitiyor” diyenlerin kulaklarını çınlattık. Çünkü Balıkesir’deki gece hareketliliği, Beja’nın yanında o saatlerde Paris gibi kalıyor.

Beja’dan sonra artık iyice İspanya sınırına yaklaşıyoruz. Bu sırada yaptığımız yalnız yolculuk devam ediyor. Yolculuğun bu bölümünde İspanya’ya kadar yine arabaya rastlamıyoruz. Yol kenarındaki köyleri geçerek devam ediyoruz. Köy evlerinin sadeliği ve karakteristiği ise gece bile olsa gözümüzden kaçmıyor. Ayrıca geçtiğimiz kasabaların birçoğunda gördüğümüz kaleler ise beğendiğimiz detaylardan. Kaleler öyle görkemli ki bazı yerlerde, sanki ortaçağ derebeyliğinin devam ettiğini, bir derebeyin kalesinin etrafında onun için çalışan köylülerin olduğunu düşünebiliyorsunuz.

İspanya sınırına 4 km kala bir kafe-restoranda bir kahve içmek için duruyoruz. Artık telefonlarımız da çalışmayacağı için son aramalarımızı ve hazırlıklarımızı yapıyoruz.

Portekiz kahveleriyle ilgili daha sonra bir dosya hazırlamayı planlıyorum, ancak burada belirteyim ki Portekiz’de çok güzel bir kahve kültürü var. Bir çok çeşitli kahve arasından seçiminizi yapabilirsiniz. Bunun yanında sizi dinç tutan bir tarafı da bizim bu yolculuğumuzda çok işimize yaradı.

Kahvelerimizi içtikten sonra artık İspanya’ya geçmek için hazırız. Yolumuza devam ederken Portekiz-İspanya sınırına geldiğimizi yine tabelalardan öğreniyoruz. Tabi ki “Espanha” tabelasını gördükten sonra artık İspanya’dayız.

Dağlık yerlerden geçerek gece yolumuza devam ediyoruz. Bu yolların gündüz daha güzel olduğunu ve doğasının harika olabileceğini tahmin ediyoruz. Ancak şanssızlık ki gece yolculuk yapmak zorunda kalıyoruz. Yolumuza devam edip İspanya’nın ilk yerleşim yeri olan bir köyden geçerken polis tarafından çevriliyoruz.

Yeşil, fosforlu kıyafetleriyle ve kar maskeli iki polis, biraz bizi ürpertse de, bizi yolun sağına çekti ve camı indirmemle İspanyolca bir şeyler söyledi. Ben de Lizbon’dan geldiğimizi ve sadece İngilizce konuştuğumuzu söyledim. Bizim pasaport kontrolü yapacağını zannettiğimiz polis, alkol kontrolü yapmak için plastik ağızlığı uzattı. Plastik ağızlığı poşetinden çıkartıp cihaza taktım ve üfledim.

Tabi bir şey çıkmadığı için polis yolumuza devam etmemizi söylüyor.

Polis çevirmesinden sonra yolumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Elimizde harita gözümüz navigasyon cihazında sürmeye devam ediyoruz. İspanya’nın yolları Portekiz’e göre biraz daha güzel ve kaliteli. Tabela sistemi de yine Portekiz’i aratmıyor. Harita ve tabelaları kullanarak rahat bir şekilde seyretmeye devam ediyoruz.

Portekiz’de rastladığımız İspanya’da da gördüğümüz “yabani hayvan çıkabilir” tabelaları dikkatimizi çekiyor. Öyle ki bazı yerlerde bu uyarı “110 km boyunca” şeklinde karşınıza çıkabiliyor. Ancak bu uyarının önemini devam eden yolculuğumuzda bir İspanyol kadın tarafından durdurulunca anlıyoruz. İlk önce fenerle bizi uyaran birini görüyoruz ve yine bir polis çevirmesi zannederken, yaklaştığımızda bir kaza olduğunu fark ediyoruz. 

Durduğumuzda yine İspanyolca konuşan kadına, polise söylediklerimi söylüyorum. O da yarım İngilizcesiyle bir yaban hayvanının çarptıklarını ve yolumuza devam edebileceğimizi söylüyor.

Yaklaşık 2 saat süren bir yolculuktan sonra Sevilla’nın ışıklarını görüyoruz ve ışıklara doğru sürmeye devam ediyoruz.

Sevilla’ya gece yarısı varıyoruz ama sokaklar cıvıl cıvıl. Arabayı park edip hemen dolaşmaya başlıyoruz. Parantez içinde belirtelim hem Lizbon’da hem de Sevilla’da park ciddi bir sorun. Halka açık yerlerde caddelerde para ödeyerek park edebiliyorsunuz. Biz biraz dolaştıktan sonra ara sokaklarda bir yere nehrin kenarına park ediyoruz.

Sevilla gece en az Lizbon kadar hareketli bir yer. İnsanlar ya eğlenmeye gidiyor ya da eğlenmekten dönüyor olduğu için sokaklarda dolaşan insanlar görebiliyorsunuz. Biz de bu hareketli sokaklarda yürüyoruz ve birkaç saat gezdikten sonra sabahı yapıyoruz.
Sabah olunca yaptığımız ilk şey kahve içmek oluyor. İspanyol kahveleri bize Portekiz’dekilerden daha sert geldi. Gerçekten içtiğimiz duble sütlü kahve bizi kendimize getirdi ve dahası bütün gün içimizde enerji patlamasına yol açtı.

İlk olarak gezmeye Sevilla’yı ikiye bölen nehrin kenarından başlıyoruz. Nehir gerçekten Sevilla’ya hayat katmış. Nehrin iki kenarında da tarihi birçok binaya rastlıyorsunuz. Ayrıca nehirle yol arasına yapılmış geniş yürüyüş ve bisiklet yolları bulunuyor.

Sevilla tam bir bisiklet kenti. Şehrin belirli yerlerine kurulmuş birçok bisiklet parkı görmek mümkün. Buradan kredi kartınızla kiralayacağınız bisikleti gezdikten sonra başka bir durağa bırakabiliyorsunuz. Ya da biz öyle bir kanaate vardık. Yolların bir bölümü bisikletlere ayrılmış, aynı şekilde kaldırımlarda da bisikletlerin geçişleri için ayrılmış yollar görebiliyorsunuz. Trafik ışıklarında da yayaların yanında bisikletliler unutulmamış, yayalarla birlikte bisikletlilere göre de ışıklar dizayn edilmiş.

Tarihi binaları gezerek ilerliyoruz. Birçok eski yapıyı orijinal haliyle Sevilla’da görebilirsiniz. Endülüs zamanından kalma saraylar, binalar ve sokaklar görmek mümkün. Sevilla, aynı zamanda İspanya’nın Andalucia (Andalusya) bölgesinin başkenti. Bu gezimiz sırasında Andalucia Parlementosunu görünce bu bilgi aklımıza geliyor.

Sevilla’da bizi en çok etkileyen yapı ise Palaza de Espana oldu. Geniş ve tarihi bir parkın içerisinden ilerleyerek uzun bir yolu geçtikten sonra Palaza de Espana, hilal şeklinde oturumu, islami motiflerle süslü mimarisi ve bizdeki Osmanlı Saraylarını anımsatan tavanları ile sizi geniş bir bahçede karşılıyor. Hilal şeklindeki binanın ortasında ise fıskiyeli bir havuz ve sandallarla dolaşabildiğiniz bir başka havuz bulunuyor.

Burada Askeri Müze ve Salonlar biz gittiğimizde kapalıydı. Ancak yine de açık olsa gezilebilecek yerlerdendi.

İspanya denilince akla gelen bir başka motif de Boğa Güreşleri. Sevilla’da da böyle bir olayın meraklısıysanız eğer, bir arena bulunuyor.  Biz bu güreşlerde boğanın tarafını tuttuğumuz ve saati uygun olmadığı için girmiyoruz. Ancak Arenanın nehrin kenarında, nehre bakan bir noktada olduğunu söyleyip geçelim.

İber yarımadasında et ve ürünlerine karşı biraz mesafeli olduğumuz için aperatif yiyeceklerle geçiştiriyoruz. Ancak itiraf etmek gerekirse Sevilla’da Dominos Pizza görünce sanki evimizdeymişiz gibi hissettik.

İspanya’da ve Portekiz’de dil sorunu çekmiyorsunuz. Herkes az da olsa İngilizce konuşabiliyor ve dilinin döndüğünce size yardımcı olmaya çalışıyor.

Sevilla gezimizi öğleden sonra bitirdik. Geçtiğimiz yerleri gündüz gözüyle de seyretmek ve görebilmek için havanın kararmasını beklemeden yola çıkıyoruz.

Navigasyon cihazının yardımıyla Sevilla kent merkezinden çıkıyoruz. Çıkarken de bir benzin istasyonuna uğrayıp son hazırlıklarımızı yapıyoruz. Daha önce belirttiğim gibi İspanya’da benzin daha ucuz olduğu için depomuzu da dolduruyoruz.

Otobandan yolumuza devam ediyoruz. Bu sefer belli bir mesafe navigasyon cihazının yönlendirmesiyle otobandan gidiyoruz. Sevilla’dan çıkarken gördüğümüz güneş tarlaları, o kadar uzaktan bile, gözümüze çarpıyor. Güneş tarlaları güneş enerjisi elde etmek için tasarlanmış alanlardan oluşuyor. Sevilla bu konuda dünyada çok iyi yerlerde.

Yolculuğunuz İspanya’nın son kenti Huelva’ya doğru devam ediyor. Etrafta gördüğümüz köyler ve kasabalardan geçerken fark ediyoruz ki hem İspanya’nın hem de Portekiz’de ağırlıklı mimari rengi, beyaz. Köyler bizimkine benzer bir karakteristiği yansıtıyor. Ama son yıllarda bizim köylerde rastladığımız şehirden öykünme betonerme evler burada yok. Her köyün ortasında bir kilise bulunuyor. Bu görüntüyü görünce bizim ülkemizdeki her köyün ortasında yükselen camileri hatırlıyoruz.

Huelva’dan sonra Portekiz sınırına yakın bir yerde benzin istasyonuna giriyoruz. Burada yemek yedikten sonra yolumuza devam ediyoruz.

Portekiz’in en güneyindeki Faro kentine kadar otobanda gidiyoruz. Yolun iki kenarındaki köylerden ve kasabalardan geçerek ilerlemeye devam ediyoruz. Yoğunlaştırılmış Sevilla turumuzda çok yorulduğumuz için otobandan çıkarak alternatif yollara yöneliyoruz ve biraz uyuyarak dinleniyoruz.

Kısa bir aradan sonra gördüğümüz ilk istasyonda kahve içmek için duruyoruz. Ancak benzin istasyonunun kapalı olduğunu görüyoruz. Bu yolculuğumuzda bu sıklıkla başımza gelen bir durumdu. Tabelalarda bir süre sonra karşımıza çıkacağını umduğumuz benzin istasyonu bazen kapalı olabiliyordu.

Faro ve Setubal arasında neredeyse sadece gidiş ve geliş şeritlerinden oluşan, yolun iki yanından çok güzel bir doğa ile birlikte Lizbon’a olan yolculuğumuza devam ediyoruz. Artık güneş karada batmak üzere olduğu için yolun ışıltısı çok güzel bir görüntü oluşturuyor.
Alternatif yollardan Setubal’e vardıktan sonra artık Lizbon’a çok yakınız. Lizbon’a geçebilmek için 25 Nisan Köprüsünü tekrar kullanmamız gerektiği için tekrar otobana giriyoruz ve köprüye doğru ilerlemeye başlıyoruz. Köprüden 1,90 € ödeyerek geçtikten sonra evimizin bulunduğu Marques de Bompal meydanına oradan da Rato’ya geçiyoruz.
Sevilla yolculuğumuz arabayı havaalanına teslim ettikten sonra bitiyor.

Araba kiralama olayını iyi araştırıp, mümkünse dizel araba kiralayarak Avrupa’da gezmek gerçekten çok keyifli. Hatta iyi bir hesaplama ve matematikle gittiğiniz bir ülkenin yakın komşularını arabayla gezmek oldukça masrafsız, heyecanlı ve unutulmaz.
Avrupa’ya gezmeye gidenlere önemle duyrulur.

31 Mart 2013 Pazar

Kestane Kebap’ı Lizbon’da deneyin


Portekiz’de bizim kültürümüze benzer deneyimler yaşamaya devam ediyoruz. Birçok kez özellikle Baixa-Chiado bölgesinde rastladığımız kestanecilerden bir tanesinden deneme fırsatımız oldu.

Gerçekten Lizbon’da kestane kebap dediğimiz belki aperatif belki atıştırmalık yiyecek burada da yapılıyor. Tabi ki mantık olarak aynı olmasına rağmen usul olarak bizden farklı bir şekilde.

Portekiz’de kestane tuzda kavruluyor ve bence bizimkinden daha güzel bir tadı oluyor. Nasıl yapıldığını görmedik ancak nelerden yapıldığını izleme şansımız oldu. Kestaneyi kalın kaya tuzuna bizimkine benzer bir mangalda gömerek kavuruyorlar. Yine bizimkine benzer külahlarda satıyorlar.

Tuzdan mıdır bilmiyorum ancak kestane kolay soyuluyor. Tadı da daha kavruk ve ağızda dağılan bir şekilde servis ediliyor. Etrafında tuzda kavrulmasından dolayı beyaz bir toz oluşuyor.

Buralara gelip de rastlarsanız mutlaka deneyin derim.


28 Mart 2013 Perşembe

Gulbenkian Müzesi

Projemizin başında gidemediğimiz Gulbenkian Müzesi’ne TRT Porto Muhabiri İbrahim Aybek’le gitme şansını yakaladık. Kendisi sanat tarihi masterını buradaki İznik Çinileri üzerine yapıyor ve kendisinin müzenin ziyarete kapalı olduğu zamanlarda araştırma yapmak için müzeye girme izni var. Konu hakkında detaylı bilgileri kendisinden alabiliyoruz.

Ancak Gulbenkian’ı daha detaylı olarak Cenan Demirel ile yine burada yaptığımız bir sohbette öğreniyoruz. Gulbenkian İstanbul Üsküdar doğumlu bir Ermeni. Petrol Mühendisliği eğitimi alıyor ve Osmanlı’nın belli bölgelerinde petrol yataklarını bulan kişi. Aynı zamanda BP’nin kurucusu. Yaptığı işlerden %5 komisyon aldığından “Bay %5” diye biliniyor. Kendisi doğduğu yerleri çok özlüyor ve malum o zaman Ermenilere yapılanlardan dolayı, Lizbon’a yerleşiyor ve kendisinin adını taşıyan Gulbenkian Vakfını kuruyor. Vakfın dünyanın dört bir tarafında şubeleri faaliyet gösteriyor. Ancak Lizbon’daki Vakfı diğerlerinden önemli kılan Gulbenkian’ın koleksiyonunu sergilediği müzesinin de burada bulunması. Bir başka ilginç detay ise Gulbenkian’ın Lizbon’a yerleşmesinin bir başka nedeni, buranın İstanbul’a çok benzeyen bir şehir olması. Gerçekten buranın da Anadolu Yakası olarak Almada tarafını görebilirsiniz. Ortadan geçen geniş nehir tıpkı İstanbul Boğazı gibi bir görüntü veriyor. Gulbenkian burada yaşıyor ve ölüyor. Mezarı da Lizbon’da bulunuyor.

Gulbenkian, kazandığı servetini koleksiyonlar için harcıyor. Özellikle İznik Çinilerini topluyor. Türkiye’den sonra dünyadaki en büyük Osmanlı Dönemine ait İznik Çini koleksiyonu Lizbon’daki Gulbenkian Vakfında bulunuyor.

Aslında 1940’lı yıllarda Gulbenkian, dönemin Başbakanı İsmet İnönü ile görüşüyor ve müzeyi İstanbul’a kurmak istiyor. Ancak o dönem Varlık Vergisi uygulamasından dolayı yüklü miktarda bir bedel talep edilince müzeyi kurmaktan vazgeçiyor ve Lizbon’a kuruyor. Maalesef genç cumhuriyetin yöneticilerinin vizyonu ve dünya konjonktürünün o dönemki karışıklığı bu kültür varlığının, hem de birçoğu bize ait olan eserlerden oluşan, dünyanın başka yerinde kurulması sonucunu doğuruyor.

Lizbon’daki müze aynı zamanda Lizbon Botanik Parkının içerisinde yer alıyor. Müzeye İbrahim Aybek’le birlikte gidiyoruz.

Kendisi daha önce randevu aldığı için grup olarak çantalarımız vestiyere bırakıp fotoğraf makinelerimizle içeri giriyoruz. Müze bölüm bölüm eserlerden oluşuyor. İçeride Ortadoğu, Asya, Avrupa gibi bölümler var. Gulbenkian, önemli bir koleksiyoner. Müzeyi gezdiğinizde bunu görebiliyorsunuz. Müzede Rönesans dönemine ait tablolardan tutun da İran halılarına, mobilyalara, Uzakdoğu eserlerine kadar pek çok obje sergileniyor.

Ancak bizi en çok ilgilendiren ise İznik Çini koleksiyonu oluyor. Buradaki koleksiyonda
ağırlıklı olarak 16. Yy dönemine ait çinilerin yanında, Osmanlı’nın çeşitli dönemlerine ait çini objeleri görmek mümkün. Ayrıca yine İranlı şairlere ait divanlar ve kitaplar da görmek mümkün.

Hatta doğru okuduysam Sadi ve Hafız’nın divanını da sergilenirken gördüm.

Sergide dünyanın dört bir tarafına ait sanat eserlerini görmeniz mümkün. Müzeyi gezerken iki tane orijinal Monet tablosu görmek de beni şaşırtan anlardan oldu.

Gulbenkian Müzesi, Lizbon’a gelindiğinde mutlaka gezilmesi gereken yerlerden.

26 Mart 2013 Salı

Lizbon kalesini görün


Lizbon’da kaldığımız günler içerisinde birçok keyifli zaman geçirdik ancak sanırım en keyiflisi Lizbon Kalesi’ne gittiğimiz zamandı.

Lizbon Kalesi’ne Baixa-Chaido ile Barrio Alto’nun kesiştiği meydanda bulunan tramvaylarla rahatlıkla gidilebiliyor. Ancak yine de tramvaydan indiğinizde kalenin bulunduğu tepeye kadar yürümeniz gerekiyor.

Arnavut kaldırımlı, dışı seramik kaplı evlerin arasından Kale kapısı ve giriş sizi karşılıyor. Buraya giriş 7,5 € ancak biz TRT Porto Muhabiri İbrahim Bey’le bir grup olarak geldiğimizi yetkililere iletiyoruz ve bizi Kale’nin Halkla İlişkiler, Basın ve İletişim Sorumlusu Susana Repolho Correia karşılıyor.

Kendisi bizi içeriye ücret almadan ve bizzat eşlik ederek gezdiriyor. İbrahim Bey, Susana Hanımın anlattıklarını Portekizceden Türkçeye çeviriyor.

İbrahim Bey 5 yıl Lizbon’da yaşamış daha sonra TRT Porto Muhabiri olarak Porto’da yaşamaya başlamış. Sanat Tarihi Üzerine Master yapıyor ve Balıkesir Gazeteciler Cemiyeti’nin projesi kapsamında iki gün bize eşlik etmek üzere gelmiş. Kendisi çok iyi bir gazeteci ve aynı zamanda Portekiz’de yayın yapan www.boletimdenoticias.com ve www.ptcultura.pt isimli internet sitelerinin yöneticisi. İnternet sitesiyle çok güzel bir iş yapıyor. Sitede Türkiye’den ve dünyadaki Müslümanlardan haberleri Portekizce yayınlıyorlar. Aynı zamandan Portekiz’den haberlere de sitelerinde yer veriyorlar. Diğer site ise bir kültür portalı olarak yayın hayatına devam ediyor.

Kale’de turumuza girişteki muhteşem Lizbon manzarasıyla bir meydan karşılıyor. Burada daha önceki yazımızda bahsettiğimiz Alfonso Henrik’in heykeli bulunuyor. Bilindiği gibi Henrik, Portekiz’in kurucusu Fransız Komutan.

Burada Susana Hanım, Lizbon’un tamamen yıkıldığı 1750 depreminde yıkılan yerleri anlatıyor. Lizbon o tarihte tamamen yıkılmış. Özellikle deprem sonrası tusunami şehri hem daha çok tahrip ediyor hem de 4 gün sürecek yangınların çıkmasına neden oluyor.

O zaman ki Kral Marques Bompal şehri tekrar depreme dayanıklı, kazık sistemi temeli olan evlerden oluşan, ızgara şeklinde yeniden imar ediyor. Zaten Lizbon’u tekrar ayağa kaldırmasıyla bugün bile heykelleri ve anıtları bulunan bir büyük krala dönüşüyor. Burada yaptığımız sohbette Aynı zamanda Marques Bompal’ın depreme dayanıklı mimarinin kurucusu olduğunu öğreniyoruz.

Susana Hanım, bize Lizbon’un mahallelerinin yerlerini göstererek kısaca geçmişinden bahsediyor.

Lizbon yukarıdan baktığınızda çok güzel planlanmış bir şehir. Eski yapılardan oluşan büyük bir şehir düşünün, arada bizimkine benzer farklı ve çirkin mimaride hiçbir bina yok. Neredeyse her dört parselin ortasında bir meydan ve medyanın ortasında bir heykel hemen göze çarpan mimari özelliklerden.

Susana Hanım ve İbrahim Bey’le devam eden turumuzda Lizbon kalesiyle de ilgili ilginç bilgiler alıyoruz. Üzerinde bulunduğumuz kale Müslümanlardan kalan bir kale ama söylenene göre kan dökülmeden teslim edilmiş.

Yukarıda bahsettiğim gibi Fransız Komutan Alfonso Henrik, Lizbon’a girdiğinde kaleyi kuşatıyor ve 4 ay süren kuşatmanın sonucunda kale teslim alınıyor. Ancak Fransızların merak ettiği bu kale nasıl lojistik destek almadan bu kadar uzun süre dayandığı. Araştırdıklarında Endülüs medeniyetinin geldiği noktayı görüyorlar. Kalenin içinde büyük depolar ve su kuyularını keşfediyorlar. Ayrıca birçok yerde silolara rastlıyorlar.

Kaleyi gezerken bariz bir İslam eserini gezdiğiniz hissine fazlasıyla kapılıyorsunuz. Burçlar o kadar bizdekilere benziyor ki, sanki Osmanlı’nın bir kalesini geziyorsunuz hissi veriyor.

Kalenin burçlarına tırmanıyoruz ve bizi çok güzel bir Lizbon manzarası karşılıyor, işte o zaman Lizbon’un nasıl bir yer olduğunu görebiliyorsunuz.

Gezimiz sırasında Susana Hanım bizi Kalenin belki de en güzel yerine götürdü. Burası bir gözetleme kulesi. Tasarımı Leonardo da Vinci’ye ait periskop kulesine giriyoruz.

Periskop kulesi Lizbon Kalesi’nde mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Duyduğumuza göre birçok Türkiye’den turist ya görmediği ya da anlamadığı için periskop kulesine girmeden gidiyormuş. Biz girdik. Susana Hanım ve İbrahim Bey’in eşliğinde Da Vinci’nin muhteşem periskobunu gördük.

Periskop kulenin tavanına asılı iki mercek vasıtasıyla tamamen gün ışığından faydalanmanın bir çeşidi şeklinde icat edilmiş. Odanın ortasında bulunan ekrana yansıyan görüntünün gerçeğinden farkı yok. O kadar detaylı izleyebiliyorsunuz ki Lizbon’u, sokaklarda yürüyen insanları, arabaları odanızın içindeki oval masada izleyebiliyorsunuz.

Susana Hanım’a bu deneyimi bize yaşattığı için teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Periskoptan sonra Susana Hanım bizi kalenin asıl kapısına ve burada yapılan kazılarda ortaya çıkartılan Endülüs Evleri ve Tunç Çağından kalma mutfağın bulunduğu sahaya götürdü. Burada yine kendisinin eşliğinde çeşitli incelemelerde bulunduk. Şunu da söyleyeyim burası 2011 yılında (yanlış hatırlamıyorsam) Avrupa’nın en iyi yenileme ve sunum projesi seçilmiş. Bulunan kalıntılar hem korunmuş hem de o dönemin mimarisi canlandırılmaya çalışılmış.

Beyaz duvarlar tüm kalıntılar boyunca yalnızca 6 çelik direk üzerine konumlandırılmış. Mimar projeyi hazırlarken, kalıntılara kazık çakılmasını söylemiş ancak arkeologlar buna karşı çıkmış ve mimardan kalıntıların üzerinde bulunan 6 oyuğu kullanmasını istemişler ve bu güzel proje ortaya çıkmış.

Daha sonra burada bulunan kalıntıların sergilendiği müzeyi gezdik. Burada Endülüs dönemine ait bir çok normal hayatı yansıtan eşya sergileniyor. Bazı eşyalar ve eşyaların üzerindeki motifler bizim motiflerimizi andırıyor. Bu müze de Lizbon Kalesi’nde gezilmesi gereken yerlerden.

Müzeden sonra Susana Hanım bizi yolcu ediyor ve kendisine Türkiye’yi hatırlaması için nazar boncuğu ve kilim motifi hediye ediliyor.

25 Mart 2013 Pazartesi

Lizbon kararında bir şehir


Lizbon’a vardığımızdan beri bu kenti bazen grup olarak bazen bireysel olarak keşfetmeye çalışıyoruz. Ancak birçok kez bu keşiflerimiz havanın yağışlı olması dolayısıyla kısa sürse de keyfini çıkartmaya çalışıyoruz.

Lizbon’un değişken ama çoğu zaman soğuk bir havası var. Soğuk dediğimiz öyle kar soğuğu değil ama esen okyanus rüzgârları güneşli havada bile sizi üşütmeye yetiyor. Sabahları genelde bulutlu olan hava öğlen güneşli ve sıcak bir hale dönüşüyor. Güneşin batmasıyla da hava soğuyor. Kısa aralıklarla yağmur yağıyor. Yavaş başlayan yağmur birden hızlanıyor sonra tekrar yavaşlayıp bitiyor. Yağmur yağdığı zaman altyapının yeterli olmasından su birikintileri veya taşkınlara rastlamıyoruz. Ama kaldırımlardaki irili ufaklı çukurlarda su birikintilerine rastlıyoruz.

Lizbon’da yollar geniş ve bir meydandan diğerine bağlanan şekilde dizayn edilmiş. Kaldırımlar ve yaya yolları ise kentin yaya dostu olarak tasarlandığını gösteriyor. Zaten yaya geçidi çizgilerinin olduğu yerlerde yol önceliği yayalara verilmiş.

Lizbon’da daha öncede belirttiğimiz gibi ulaşım diye bir problem yok. Yollar geniş ve trafik mesai çıkışlarında yoğun olsa da her zaman akışkan görünüyor. Trafik yoğunluğu ve bir de üstüne korna sesi görmek neredeyse imkânsız. Buraya geldiğimizden beri duyduğumuz korna sesi 10’u bulmamıştır. Korna çalmıyor kimse. Yolda giderken arabanın biri yayaya yol vermek için ya da başka nedenlerden duruyor, arkasına 10 dk içinde 5 araba duruyor ama kimse korna çalmıyor, bekliyor.

Böyle bir tavır olunca haliyle herkes sakin oluyor, stresli durumlar ortaya çıkmıyor.

Toplu taşımada ise 4 farklı hattı olan metro, metronun uzantısı bizdeki banliyö trenleri benzeri trenler ve bir çok otobüs bir yere gitmeniz için yeterince imkan sağlıyor. Ayrıca bizim Beyoğlu’ndaki nostaljik tramvayların aynısından oluşan bir çok tramvay da dar sokaklarda bile toplu taşımadan yararlanmanızı sağlıyor.

Metroyu kullanırken unutulmaması gereken bir kural var: Metroya ister tek binişlik kartla ister sınırsız kartla binin, çıkışları da bindiğiniz kartlarla yapıyorsunuz. Yani tek binişlik kartınızı sakın atmayın çıkarken de kartı okutmanız gerekiyor ki kapıda kalmayın.

Yapmanız gereken bir şehir haritası almak ve gitmek istediğiniz yere giden metro, otobüs ve tramvay hatlarına bakmak. Ek olarak Lizbon’da taksiler de çok ucuz. Şoförlerinin birçoğu İngilizce bilmiyor ama zaten gideceğiniz yeri söylediğinizde sizi oraya götürüyorlar ve bunun bedeli 6-7 €’yu geçmiyor.

Lizbon iki ulaşım bölgesine bölünmüş (zone), 1. Zone’da Lizbon’un merkezi semtleri yer alıyor ve burada toplu taşıma kartınızla dolaşabiliyorsunuz. Şehir genişledikçe raylı sistemler azalıyor ve otobüsleri kullanmanız gerekebiliyor. Ayrıca 1. Zone’dan bindiğiniz bir trenin 2. Zone’daki durağında indiğinizde geri dönmeniz için ayrı bir bilet almanız gerekebiliyor. Ancak endişelenecek bir şey yok. Havaalanı’nın bile 1. Zone’da olduğunu söylersek her halde 1. Zone’un genişliğini anlayabilirsiniz.

Genelde Lizbon 1. Zone’da diyebiliriz.

2 Milyon nüfusuyla Lizbon kararında bir şehir. Ne çok fazla büyük ve iddialı ne de küçük ve mütevazı. Tam kararında. Burada bir büyükşehirde yaşayıp, küçük şehir sakinliğini bulabilirsiniz. Hem çok fazla eğlenip dağıtabilirsiniz hem de kafanızı dinleyip küçük yürüyüşler yapabilirsiniz.



20 Mart 2013 Çarşamba

Portekiz’in kökenleri



Portekiz’e geleli henüz bir hafta oldu ama bu ilginç ülke kendi sırlarını bize açmaya devam ediyor. İlk hafta Günbenkien Vakfı’yla ilgili Epoca da Futuro’nun ortaklarından biri olan Cenan Bey’le birlikte Günbenkien Vakfı’nın bulunduğu arazideki müzeye giderek Portekiz hakkında çeşitli bilgiler alma fırsatımız oldu.

Daha sonra da yine dernek ofisinde Epoca da Futuro’nun diğer ortaklarından Osman Bey’den Portekiz’in tarihi ve kökenleri hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.


Portekizlilerin biz Türklere benzediklerini birçok kaynaktan duymuşsunuzdur. Ancak Osman Bey’in söylediğine göre Portekizliler de öyle düşünüyormuş. “Bir keresinde” diye anlatıyor Osman Bey, Portekizli bir arkadaşı Türkleri kastederek şöyle söylemiş: “Siz Türkler ne kadar çok bize benziyorsunuz”

Evet, gerçekten de Portekizliler biraz bize benziyorlar. Sıcakkanlılıkları, misafirperverlikleri ve yardımseverlikleri bize benziyor. Hatta yardımseverlikte bizi de geçtiklerini buradaki Türklerin anlattıklarından anlayabiliyoruz. Yol sorduğunuzda sizi arabasıyla veya elinizden tutarak aradığınız adrese kadar götürmeleri ise herkesin anlattığı sıradan hikâyelerden.

Buraya geldiğimde Lizbon hakkında söylediğim ilk şey “Lizbon, İstanbul’dan olma İzmir’den doğma bir şehir” olmuştu.

Şehir olarak da bazı anlarda sanki İstanbul’un Şişli’sinde ya da İzmir’in Konak’ın da yürüyormuşsunuz hissi vermesi ise insanlarıyla olan benzerliğimizi pekiştiriyor.

Evlerinin balkonlarından ve pencerelerinden çamaşır sermeleri, binaların mimarisi, Lizbon’da hiç de yabancısı olmadığımız bir mahallede yürüyormuşsunuz hissi veriyor.


Endülüs medeniyeti getirdi

Portekiz’in köklerini Osman Bey, bize şöyle aktarmıştı:

“Portekiz çok ilginç bir ülke. Burada din çok belirleyici bir unsur. Dine göre burada çok ciddi engizisyonlar olmuştur. Engizisyonların da en temel uygulaması İber yarımadası denilen bu bölgede yani İspanya ve Portekiz’in bulunduğu bu coğrafyada yaşanmıştır. Daha sonra İtalya ve diğer yerlerde görülmüştür. Hıristiyanlık adına yapılan cinayetlerin başlangıcı burası olmuştur.

Bu noktada buradaki toplumlar aslında karışık toplumlar. Burada Porto’nun kuzeyinde kültürel değerler bizim Kafkas kültürüne çok benziyor. Mısır unu, lahana çorbası, balık kültürü gibi benzeyen unsurlar var. Kavimler göçü sonrasında buraya da Kafkaslar ve Gürcistan tarafından, Karadeniz toplumlarından gelenler oluyor. Sadece Portekiz’in kuzeyinde buna benzer izlere rastlayabiliyorsunuz.

Tabi bu coğrafyaya İslam medeniyetinin önemli katkıları olmuş. 700 yıllarda buraya malum Tarık Bin Ziyad tarafından gelindiği bilinir, ancak tabiinden Musa Bin Zeyd ilk defa buraya geliyor. İslam dinin anlatılması için geliniyor. Yalnız buraya geldiklerinde burada söylendiği gibi Hristiyan bir toplum yok. Müslümanlar geldiğinde burada Hristiyanlığın ilk şekline tek tanrıya inanlar, şamanistler ve pagan kültürü var. Katoliklik kuzeyden daha yeni yeni etkiliyor burayı.

Müslümanlar buraya geldiğinde burada hızlı bir İslamlaşma oluyor. Ama bu kaba kuvvetle olmuyor çünkü 700’lü yıllarda hangi güçle gelip burayı Müslümanlaştırabilirsiniz ki. Bu imkânsız. Bu insanların ikna edilmesi lazım. Bu insanları ikna etmeden siz bunu başaramazsınız. ”

Osman Bey’in yaptığı tarihsel analizlerden çok faydalandığımızı söyleyebiliriz.

Endülüs Avrupa’nın Aydınlanma Çağının tetikliyor

Portekiz’in tarihini anlatmaya devam eden Osman Bey, söyleşinin devamında:

“Avrupa’da ortaçağda ortaya çıkan engizisyonlara Osmanlı’nın kuzey Afrika’da bulunması ciddi bir set çekmiş ve yaşanan bu olayların Avrupa’da kalmasını sağlamıştır. Osmanlının Akdeniz’deki hâkimiyeti burada yaşayan insanları çaresiz bırakmış ve okyanusa açılmışlar. Çünkü arkanızda İspanya var, onunla savaşamazsınız mecburen okyanuslara açılmışlar.

Toplum yapısına baktığımızda burada Portekiz’de ve İspanya’da tek millet yok. Mesela İspanya’da 7 farklı toplum var. Katalan, Bask, Leonlar, Anguluslar gibi toplumlar var. Bunlar daha sonra Katoliklik şemsiyesinde bir araya geliyorlar.

Geriye dönersek, buraya Müslümanlar geldiğinde bu bölgenin ekseriyeti pagan toplumlar. Medeniyetle ilişkili bir durum yok. İslamiyet’in gelmesiyle buradaki toplumlar su ile tarımı birleştiriyorlar. Burasının iklimiyle birlikte çok ciddi bir tarımsal üretime ulaşıyorlar. Toplum zenginleşiyor. Avrupa’daki Rönesans ve reform hareketlerini tetikleyen şey de, bunu Avrupalı tarihçilerde doğruluyor, işte bu Endülüs medeniyeti oluyor.

O zaman çok büyük zenginlik ortaya çıkıyor, bugün bile Avrupa’yı bu bölge doyuruyor. O gün 800’lü yıllarda İstanbul’un nüfusu 30 bin, burada Sevilla’nın nüfusu 1,5 milyon.

Burada oluşan bu zenginliği ve güzelliği görenler, buradaki gelişimi Avrupa’ya dayatıyorlar. Vandalizim o zamanlar pagan kültürünün etkisiyle buraya hâkim bir yapı. Zaten Müslümanlar buraya Andalüsya diyorlar. İslam medeniyeti burada Vandallar’dan bir medeniyet, Endülüs medeniyetini ortaya çıkıyor.

Hıristiyanlar Reconqusta ile Müslümanları Avrupa’dan çıkartıyor

Burada Müslümanlar Paris’e kadar yaklaşıyorlar, en son Poters’de savaş yapıyorlar. Poters Savaşı ilk defa Fransızlarla Müslümanların karşı karşıya geldiği savaştır. Poters savaşında Müslümanlar yeniliyorlar ve orada duruyorlar. Yıkılış oradan başlamıştır.

İslam bütün bu bölgeyi hâkimiyetine alırken, kuzeyde dağlarda çarpışan bir grubu küçük bir bölgede bırakıyorlar ve dokunmuyorlar. Bu grup bu toprakların tamamının kendilerine ait olduğunu söyleyerek Reconqusta dedikleri yeniden fetih hareketini başlatıyorlar.

Bu hareket, Endülüslerin ya da o zamanki Portekiz ve İspanyol toplumunun zaaflarından, rahata düşkünlüklerinden faydalanarak birbirlerine düşmelerinden yararlanıyorlar. Bu sefer bu hareket kuzeyden başlayarak güneye doğru iniyor, en son Granada’nın alınmasıyla bu topraklar yaklaşık 700 senede tekrar Müslümanlardan geri alınıyor.

Portekiz’in kurucusu Fransız’lar

Aslında Portekiz’i kuran Fransızlardır.  O gün Katolik dünyasından Müslümanlara karşı savaş kavramı gelişiyor, onları bu coğrafyadan çıkarma cihadı başlıyor. Fransız şövalyeler din adına bu görevi üsleniyorlar ve karşı saldırılara başlıyorlar. Farklı toplumların şövalyeleri gelip savaşıyorlar ve kazanılan yer komutanlara veriliyor.

Alfonse Henrink de o gün Portekiz’in alınmasında yararlılıklar gösterdiği için Porto ve kuzeyi Kont Henrink’e veriyor. Daha sonra buradaki toplumların bir kısmı Portekiz, bir kısmı da İspanya olarak ortaya çıkıyor ve yukarıdan aşağıya doğru Reconqusta yaparak iniyorlar.

Din bu coğrafyada belirleyici bir unsur

1490’lara kadar süren bu Reconqusta sonucunda Arap Müslümanlar bu topraklardan atılıyor. Peki, içeride kim kalıyor? İçeride Portekizli Müslümanlar kalıyorlar. Bir oran vermek gerekirse %5 Arap Berberi, %95 buranın yerel halkı. Araplar gidiyor ama Portekizli Müslümanlar diyor ki ‘Biz nereye gideceğiz?’

Diyorlar ki ya burayı terk edin ya da dininizi değiştireceksiniz.


Yahudilerin bir kısmı burayı terk ediyorlar ve biliyorsunuz Sefaret Yahudileri olarak Osmanlı topraklarına geliyorlar. Yalnız Portekizliler ve İspanyollar buna itiraz ediyorlar ama tabi o şartlarda iki kötüden birini seçmek zorunda kalıyorlar ve engizisyonun etkisiyle dinlerini değiştirmeye başlıyorlar.

Ama tabi ki kültür kalmış. İnsanlara ya ölüm ya din değiştirme seçeneği sunulduğunda isimler değiştirilmiştir. Mesela burada birçok kişinin ismi ve soy isminde Medina, Muammen gibi İslam isimlerini andıran isimler vardır. İslam eserlerini günümüze kadar çok bırakmamışlar.

Gizli Müslümanları tespit etmek için birçok yöntem kullanmışlar ve bir korku salmışlar. Domuzla ve alkolle alakalı festivaller düzenlemişler ve bunlara katılmayanları toplayarak ‘Sen hala Müslümanlığını devam ettiriyorsun’ diye işkenceler yapmışlardır.


Müslümanlara hayvan, Yahudilere bitki soy isimleri veriliyor

İlginç bir anekdot olarak isim değiştirme hadiseleri sırasında bu insanların toplumun ön kesimlerinde yer almalarını engellemek, bir nevi işaretlemek için Müslümanlara hayvan soy ismi ve Yahudilere de bitki soy ismi vermişlerdir. Mesela ‘Parera’ armut demek ve herkes bilir ki Parera soy ismini taşıyanların büyük büyük dedeleri zamanında Yahudi soyundan gelmiştir. Mesela Portekiz Başbakanının ismi ‘Chollen’, tavşan demek. Bu onun dedelerinin dedesinin çok önceden Müslüman olduğunu gösterir.

Ama günümüzde artık böyle şeyler önemsenmiyor. Bunlar neden oldu denmiyor, bir kin gütme durumu yok. Zaten kendileri de itiraf ediyorlar biz İslam kültüründen çok şey aldık diye. Ama şu da bir gerçek ki Avrupa’nın diğer ülkelerinde kalan Türklerden de duyabilirsiniz ‘Biz Portekizlilerle çok iyi anlaşıyoruz’ diye. Çünkü DNA’ları ve kültürü bize çok yakın.”

Portekizlilerin en önemli özelliği de kolonileştirdikleri yerlerin kültürleriyle karışmaları olmuş. Zaten biraz şaşırıyorsunuz, o kadar yeri sömürdüler, zenginliklerini çaldılar ama oradaki hiçbir kişiden Portekiz hakkında kötü bir şey duyamazsınız. Hatta geçmiş yıllarda Portekizce Konuşan Ülkeler olarak nitelendirilen Portekiz'in eski sömürgeleri aralarında devasa bir heykel yaptırıp Portekiz’e hediye etmelerini öğreniyorsunuz.

16 Mart 2013 Cumartesi

Sakin insanlar ülkesi


Söylediklerine göre Portekiz’in tamamında, Lizbon’da karşılaştığımız sakinlik hâkimmiş. Portekizliler sakin insanlar. Bildiğin yavaşlık aslında.

Bir iş yaparken başka bir iş yapmak, her hangi bir şekilde itiraz etmek, gerginlik, kavga, yüksek ses yok bu şehirde. 



Herkes çok sakin. Taksi şoförleri, otobüs şoförleri, esnafı, polisi aklınıza gelebilecek tüm Portekizlilerde genel bir sakinlik havası var. Hiç kimsenin acelesi yok. Zaten verilen her randevuya herkes 10 dk geç kalıyormuş. Bir dükkana girdiğinizde sizden önceki müşterinin işi bitmeden hiç kimse sizinle muhatap olmuyor. Aynı şekilde siz alışveriş yaparken satıcı sadece sizinle ilgileniyor. Diğerleri ise adamın işinin bitmesini bekliyor, sakin bir şekilde. Burada tanıştığımız Türklerden bir tanesi üç yıldır Lizbon’daymış ve bir kere olsun kavga görmemiş.

Burada insanlar birbirlerini bekliyorlar. Hem de hiç itiraz etmeden.

Örneğin yaya geçidinde bir yaya varsa bütün trafik o yayanın yoldan geçmesini bekliyor. Tüm şehir yayalar için dizayn edilmiş sanki ve buna şoförlerin hiç itirazı yok.

Trafiğe kapalı sokaklar ve küçük de olsa her yerde rastlayabileceğiniz meydanlar insanların kullanımına bırakılmış.



Aslında doğru düzgün yoğun bir trafik de yok Lizbon’da. Toplu ulaşım çok ucuz. Aylık alınan kartları sınırsız bir şekilde metro, otobüs, tramvay, banliyö treni, asansör gibi neredeyse her şekilde kullanabiliyorsunuz. 

Bu rahatlık siz de sanki “ücretsiz” dolaşıyorsunuz hissi veriyor.